Yazılar

‘’Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.’’ diyor Sokrates. Bu sözün benim için anlamı büyük zira soru sormak düşünce hayatım büyük bölümünü kapsıyor. Çoğu zaman bir şeyler yazmak için elime kalem aldığımda, kurduğum cümlelerin ardında soru işaretleri sıralanıveriyor. Her seferinde kendimi mi bir cevap bulmaya zorluyorum yoksa...

Birisi, "yazar hikâyesini seçmez, hikâye yazarını seçer." demişti. Bunun kısmen doğru olduğunu düşünüyorum. Fakat bence yazmak kader işidir; hesapların ötesinde yürek işidir. Bir yolculuk; meselenin başlangıcı, menşei kalptir. Orada başlar her şey. Hissiyat edeple fikir hanesinin tokmağına dokunur, beklemeye durur sabırla, sükûnetle. Akıl ise bir...

Aşina bir kavramdır hüzün istisnasız her birimiz için. Her kim olursa olsun hüznü tatmayan yoktur bu dünyada. Besbelli ki hüzün çeşnisi bu dünyanın. Elma yahut çilek gibi bir aroma, bir nimet. Kimilerimize acıdır istenmez, kimilerimize de hoş gelen bir tadı vardır; hiçbir zaman bünyemizden uzaklaştırmak istemediğimiz. Ruh halimizden çekip gitmek ister de tek bavulda tüm eşyasıyla, bileğinden tutup çekiveririz onu geriye. Belki küskün bir sevgili gibi yahut bir annenin çocuğuna ‘’orda durma üşüteceksin’’ tavrıyla tatlıca azarlarız. Zira yeri az evvel ayrıldığı yüreğimizdir aslında.

Hemen her tanışma hadiselerinde sorulan sorulardan birisidir ’’memleket neresi?’’ Her seferinde de kendime yeniden sorarım ben nereye aitim. Doğduğum yere mi yoksa yaşadığım yere mi, yoksa tüm ömrümü geçirdiğim bir şehir olsaydı o şehre mi? Çoğu insanın memleketim şurası demesi beni şaşırtıyor. Acaba herkes kendini bir toprağa ait hissediyor mu? Bir keresinde bir tanışma faslında bir adamın ‘’resmen şuralı, kısmen şuralı, aslen de şuralıyım’’ dediğini işitmiştim ve hoşuma gitmişti. Sıra dışı olmakla beraber samimi ve mantıklı gelmişti bu cevap.

Hayat öyle bir hızla akıp gidiyor ki neler olup bitiyor farkına varamıyoruz bazen. Vaziyetimiz ırmaktaki bir katreye benziyor. Nasıl ki o katre tatlı bir sudur da karanlık dağ dibinden yolculuğa başlar biz de öyleyiz. Bir karanlıktan geliyoruz hayata.

İnsan nasıl büyümüş olur ki? Yani büyümek nasıl olur? Hayatı daha çok ciddiye alan mı büyümüştür? Yoksa kurallara daha çok uyan mı, daha çok söz dinleyen mi? Yahut tebessüm etmeyi unutmayan, sıcacık gülümseyebilen çocuk mudur hala? Çıkarsız sevebilen, denklemler kurmadan sevebilen büyümemiş midir, adam olamamış mıdır? Sevdiklerinden hasar alsa da bağırmadan, üzmeden; üzülerek arkasını dönerek eve giden yürekler ham mıdır, olgunlaşmamış mıdır? Kırk fırın ekmek yemesi gerekir belki de aşık olduğu kişi yakınında olduğunda, aradan yıllar geçse de elleri titreyen yüreği kıpır kıpır olan bir kadının, sevdiğini istemeden de olsa kırdığı için gözleri yaşaran bir adamın.

Hayata dair bir beyanda bulunmak istiyorum. Öncelikle hayat bir insan için nedir? Mutlu olmak mı ya da inancı uğruna zorlukları göze almak mı? Sabahları uyanınca bugün ne yapmam gerekiyor diye düşünüyorum. Günümü mutlu mu geçireyim yoksa cennetten kovulmanın intikamını dünyayı cehenneme çevirmeye çalışan bir güruhun aksine birkaç insanın yüzüne müspet gülücükler mi kondurmaya çalışayım? Belki de her ikisini de yapabilirim. İnsanları mutlu görmek beni de mutlu ediyor çünkü.

İdealist; bir anlamda sınırları tam olarak bilinmeyen, insan potansiyelinin zaman denilen mefhumun içinde eritilmesi ile ortaya çıkması, belki de yol hatlarını henüz embriyo aşamasında elinde tutan kişidir. Zira embriyo varlık dünyasına adımını atmıştır ama gelişip büyümesi için ciddi manada yol alması gerekir. Büyüyen bebeğin sancısını nasıl anne çekerse ideal sahibi insan da idealinin olgunlaşıp hayatta kalabilmesi ve insanlara faydalı olabilmesi için uzun bir süre sancı çekmek zorundadır. Büyük insan olarak nitelendirebileceğimiz her insanın hayatına baktığımızda her birinin zorluk namına belli merhalelerden geçtiklerini görürüz.

Toplumlar belirli bir geçmişin mirasını taşıyan ve nesilden nesile aktarılarak bugüne kadar gelen hususi kalabalıklardır. Kültür ise geçmişten bugüne gelen işe yarar birikimlerin hala yaşatılabilmesidir. Yani toplumsal kültür; bugünün neslinin bozulmadan geçmişi yarına taşıyabilme kapasitesi olarak da tanımlanabilir.

Zaman doğal olarak geçmiş tecrübelerin üstüne yenilerin eklenmesiyle insan davranışını ve yaşam biçimini değiştirir. Doğal süreç devam ederse yaşam hızlanır ki dünyada kültürel gelişmişlik el değiştirse de yeryüzündeki hızlı yaşama tarzı günden güne artmakta. Bilgiye erişimin kolay olması ise bu konudaki en önemli faktör sayılabilir.